Selam. Yok yok başlık yanlış olmadı. Bilerek öyle. Anlıyorum. Gürcistan’ın ateşli gece hayatını anlatayım; iki üç pratik bilgi, tüyo vereyim isterdiniz ama elde bu var şimdilik. Eğer hemcinslerim kahvaltı masasına konduktan sonra ellerini ovuşturan sinek misali bu başlığa geldiyse çok yanlış geldi, şimdiden uyarayım. Aslında bilgisayarın başına Gürcistan’a yaptığım ve epey maceralı geçen gezimi anlatmak için oturduydum. Fakat bir süredir iş güç nedeniyle yazamadığımdan hazır fırsat bulmuşken bir anda o kadar çok yazasım geldi ki siz sayın okurları da baymasın diye yazıyı en az iki parçada paylaşmaya karar verdim. O yüzden hikayeyi en başından dinlemek isteyenler varsa nahan da başlıyorum.
Yıl 2011. Bahar aylarındayız. ODTÜ Makinanın üçüncü sınıfında hayatta kalma çabalarıyla geçiyor zaman. Diğer alanlar hakkında pek fikrim yok ama mühendislik okuyanlar bilirler; mühendisliğin üçüncü senesi tam bir fatality’dir. Hocalar, kantin işletmecisi, papa 16. benedikt, baba Bush, karma, budha, kamasutra, güneş tanrısı Ra, Cüneyt Çakır, Darwin ve kaplumbağası yani kısacası etrafınızda gördüğünüz duyduğunuz kim ve ne varsa hepsi sizin o yıl pestilinizin çıkması, bir böcek gibi ezilmeniz için gizli ama kararlı bir iş birliği yapmışçasına hunharca çalışmaktadırlar.

Hal böyleyken zaten ödevinden, projesinden sınavından kafam olmuş conkbayırı; yapabildiğim yegane sosyal(!) aktivite gezi hayalleri falan kurmak. Tek istediğim, o yıl ne olacaksa ne bitecekse bir an önce geçmesi ve kendimi tıpkı Heidi’nin dedesinin barakasına koştuğu gibi doğaya, dağlara nehirlere kırlara atabilmek. Hey gidi günler.. Şaka maka kız elimizde büyüdü lan.
Bir peyint terk destekli Kabataş fantazyası kadar olmasa da benim de böyle hayaller kurduğum bir bahar ayında aklıma yazın TAI’de yapacağım staj biter bitmez Gürcistan’a gitmek geldi. Neden? Çünkü eşşeğin zkinden dolayı. Şaka şaka. Neredeyse bedava ve ekstra bir ülke de ondan. Yani tam olarak öyle diyemesek de en azından ucuz ve vizesiz bir ülke olması önemli bir etmendi. O yüzden ufaktan ufaktan başladım araştırmaya.

Bu arada haziranda nihayet dönem bitti, pat diye staj başladı. Sabahın hakikaten köründe kalkıp 100.Yıl’dan Karabük’e, pardon, anasının nikahı Kazan’a 45dk süren ızdırap dolu git geller ile anlamsız mı anlamsız bir staj yapıyorum. Neyse ki bölümden ve diğer okullardan falan arkadaşlar var, kakara kikiri bi şekilde zaman geçiyor. Etrafta o kadar çok boş stajyer var ki bir excel dosyasına iki; bir teknik çizim dosyasına üç; dört erkek mühendise de altı erkek stajyer düşüyor. Dosyayı paylaştığımız stajyerlerden biri sakatlansa ya da ne bileyim işe gelemese, kazara diğerimizi proje liderliğine falan atayabilirler yani böyle abuk bir ortamdayız. Yaptığımız işler falan lüzumsuzluktan kırılıyor. Tabii ortamlarda biz uçak yapıyoruz diyoruz, kim bilecek mk? (Bakın daha ikna olmadıysanız staj ortamını biraz daha itin g*tüne sokabilirim ama bence siz ikna oldunuz artık) Neyse işte, böyle geçen bir ay boyunca ben de üç kişi paylaştığımız excelde kendi sıramı savar savmaz binanın altındaki kütüphaneye inip dünya edebiyatına yön vermiş klasikleri okumak için yer kapıyordum demek isterdim ama binada internete erişimi olan tek bilgisayarı görünce abanıyordum da abanıyordum Google’a. Gürcistan’a nasıl gidilir, neresi gezilir, neler yenir görülür falan oldukça kapsamlı bir literatür araştırması yaptım. Hatta yetinmedim, belki gidersem diye Nahçıvan, Azerbaycan, Güney Osetya ve Abhazya ile ilgili de epey bilgi topladım. Ha sonra bunları zamanım yetmediğinden ve koşullar el vermediğinden yapamadım ama hala aklımdadır oralara en az bir kere daha gitmek. Akıllanmamak bu olsa gerek.
Kısa bir araştırmadan sonra anladım ki Gürcistan tam bir doğa harikası. “Ulan sanki Türkiye değil mi dalyaprak?” diyenlerinizi duyar gibiyim. Öncelikle böyle ağır ithamlarla seslendiğiniz için biraz kırıldığımı belirtmeliyim. E tabii biliyorum da işte heves ettik gitmeye çoktan. Kafkas Dağları’nın bir fotoğrafları var; allah seni inandırsın sayın okur, dilim dimağım tutuldu. İlkokulda resim derslerinde çizdiğimiz gibi ahşap evleri, arkada beliren sinüs dalgası biçimindeki sıradağlar ortasından çük gibi akan ve ne hikmetse tam da bu evlerin dibinden geçen nehirleri olan; dağların arkasından gülerek doğan güneşiyle beraber mavi gökyüzünde M şeklinde martıların uçtuğu bir ülkeydi burası. Tamam ulen martı yoktu herhalde; napsın martı allahın dağında. Ama diğerleri doğru bak.

Kafaya koymuştum bir kere. Artık ne olursa olsun gitmeliydim. Batum ilk durak olacaktı. Sonrasında ise kuzey batıdaki Mestia şehri, onun akabinde başkent Tiflis, daha sonra kuzey doğudaki Kazbegi kasabası gezi listemi aşağı yukarı oluşturmuştu. 10-12 gün bir sürede tamamlamam gerekiyordu zira dönüp Tuzla’da başka bir staja daha başlayacaktım. Gençliğimizi seveyim.
Gezi bitince en son Tiflis’ten dönerim demiştim kendime. Her ne kadar geçmenin yasak olduğunu okuduysam da 2008 savaşı sonrası ayrılan Güney Osetya’ya ve yapabilirsem oradan Kuzey Osetya aracılığı ile Çeçenistan’a geçmek istiyordum. Çünkü bok vardı. Allahım yarabbim ya.. İnsan gibi sakin ve belaya bulaşmadan gezmeyi hala öğrenemedim ama o zamanlar hepten cahil cesareti varmış üstümde. Bir de yedeklerde Abhazya vardı ama zaten Gürcistan ile olan 20 kusur yıllık kavgasından beri Rusya dışında erişimi olmayan bir ülkeydi. Dolayısıyla isimlerini unutmayayım diye bu ülkeleri de Çağdaş Market fişinin arkasına not ederek bilet arayışına giriştim.
Ankara’dan Batum veya Tiflis’e olan direkt uçuşlara baktığımda fiyatların oldukça uçuk olduğunu farkettim. En azından öğrenci halimle öyle pek olası gözükmüyordu. Sonra gözüme o zamanlar piyasaya yeni giren BoraJet’in bir uçuşu çarptı. Yanlış hatırlamıyorsam Hopa’ya uçup oradan da midibüslerle falan aktarmalı bir güzergahları mı ne vardı. Hala uçuyorlar mıdır bilmiyorum. O zaman 90tl idi fiyatı. Otobüs bileti de zaten 50-55tl civarındaydı. Aslında aradaki fark bir öğrenci için azımsanamayacak şekilde olsa da 15-16 saat yolculuk çekmemek için değer dedim. Ama elim uçak biletini almaya gitmedi. Hala uçak korkumu yeterince atlatabilmiş değilim fakat o zamanlar 2010’da başıma gelen ciddi bir türbülans olayı nedeniyle (bunun da kökeni taa İzlanda’daki Eyjafjallajokull’un nisan 14’te patlayıp konferansa gittiğim Viyana’da mahzur kalmama ve daha sonra THY’nin gönderdiği kurtarma uçaklarından biriyle İstanbul’a dönmeme dayanır ki kesinlikle başka bir yazının konusu olacak) BoraJet’in filosunda bulunan ATR72-500 model pırpır uçaklarına binmeye cesaret edemedim. Zira hala uçuş tarihinde belalı/cenabet uçak modelleri arasındadır ama tabii kazaların zilyon tane sebebi var; dolayısıyla uçak üreticisine ve havayolu şirketine direkt çamur atmak saçma ve yanlış olur.
Hal böyle olunca el mecbur bir gün mesai bitimi sonrası AŞTİ’ye uğradım. Gerçi daha yola çıkmama yirmi gün falan vardı ama olsundu. Ben işimi garantiye almayı seviyorum. Ne olursa olsun Metro ile gitmeyecektim, orası kesindi. Artvinli bir arkadaşım da daha önce çıkmış olduğu Gürcistan gezisinde Lüks Karadeniz firmasını kullandığını ve hizmetten nispeten memnun kaldığını belirtmişti. Dolayısıyla benim de ilk uğradığım firma onlar oldu. Peronlarına gittiğim zaman ‘Kardeş sistem açık değil, bilet satamam. Naapcan şimdiden bilet alıp? İki gün kala gel hallederiz.’ dedi. Peki şaşırdım mı? Hayır. Ulan şu kodumun ülkesinde bir kere de ilk denemede sistemler açık olsun yahu. Sanırsın heriflerden beni Phliae uzay aracına bindirip üç ışık yılı uzaklıktaki kuyruklu yıldıza göndermelerini istiyorum. Ya dedim kardeş, ne sisteminden bahsediyorsun sen. Yazacağın dandik bi kağıt parçası alt tarafı. Karala oraya 20 numara orta kapı önü cam kenarı diye; sen sağ ben selamet. Yok dedi, olmaz. Dedim sizin yapacağınız işin kulağına üfleyeyim, ben gidiyorum.
Biraz daha dolandım AŞTİ’de. Tabii AŞTİ’yi bilenler bilir. Elbette bir Esenler otogarı değil ama en azından bir Harem eder. Yola kararlı çıkmış olabilirsiniz. Hiçbir çığırtkana kulak asmadan biletinizi istediğiniz firmadan çat diye istediğiniz saate almak istiyor da olabilirsiniz. Bunlar çok güzel, çok doğal ve insani istekler. İnsanın temel hakkı gibi bir şey. Ama işte gel gör ki afedersiniz bu zibdimin AŞTİ’si artık atmosferinden midir, burnundan düşen sümüğüyle ğğanneaaağh diye bağırıp etrafta kafası kopmuş tavuklar gibi koşan çocuklardan mıdır ya da çarpma işlemine girse rakamla 1 görevini üstlenecek güvenlik görevlilerinden midir nedir on dakika sonra bilincinizi yitirirsiniz. Diliniz, dininiz, dimağınız şaşar. Galiba Alev Alev parçasındaydı; Feridun Düzağaç’ın dediği gibi kendinizi arıyorken olmaktan korktuğunuz yerdesinizdir artık, AŞTİ’desinizdir.
Bak sayın okur, serbest dalışta sığ su bayılması diye bir terim vardır; yorgun dalgıçlar bazen dipten yüzeye çıkarken oksijen yetersizliğinden bayılırlar. AŞTİ’de de durum böyledir. Eğer firmaların masalarına dinlenmeden sık sık girdi çıktı yaparsanız ve iletişimsizlik yüzünden bankosunda uzun kaldığınız bir otobüs firmasından ana koridora geri çıkmaya çalışırsanız beyniniz oksijen yetersizliğinden şalteri indirecek ve siz de bayılacaksınızdır. O yüzden her seferinde o tanesi 1tl olan dini kitaplardan satılan tezgahların yanında biraz dinlenmeli; üç uzun firma seferinden sonra bir de ara verip büfelerden bayat poğaça ya da bazlama yemelisiniz ki ortama adapte olun. Biliyorsunuz, evrim teorisine göre etrafına adaptasyon olamayan türler yok olmaya mahkumdurlar. Nice genç delikanlı AŞTİ’nın üst giden katında bu uğurda heba oldu. Bu yüzden siz siz olun tavsiyelerime uymaya çalışın. Hele böyle küpeli, saçları dalgalı ve arkaya taranmış erkekler; taytlı dövmeli kızlar dolaşmıyor mu, hastasıyımdır. Ben de zamanında böyleydim ama AŞTİ insanı yontuyor işte. Sunta yapıyor süreç içinde. Yoksa at penisinde kelebek gibi görünüyor olursunuz ortamda. Hiç farkında bile olmadan vahşi çığırtkan avcıların tam da sizi keklik gibi avlayacağı, savunmasız bir konumda buluverirsiniz kendinizi. Sonra Otogargara’daki o efsane sahnede işlendiği gibi esas gitmek istediğiniz yeri unutup Afyon Dazkırı’da biter yolculuğunuz. Benden söylemesi. Çok olmasa da beş yıllık tecrübe konuşuyor, kulak verin bence siz.

İşte ben de Lüks Karadeniz yetkilileriyle(!) anlaşamayınca böyle bir ortamda diğer firmalardan bilet bakmaya başladım. Tabii güzergah Doğu Karadeniz olunca uygun saatlerde kalkan ve yolu çok uzatmadan Batum’a giden firma bulmak da zorlaşıyor. Kimisi diyor sabah 10da çıkıyoruz, kimisi diyor 22 saatte gidiyoruz. Ulan 22 saatte insanlık Mars’a robot gönderiyor pezemenk. Tabii bu koşullarda benim de isteklerim elitist kaçıyor, bunu da itiraf etmek lazım. Hem akşam kalksın gece yolculuğu yapayım, hem 15 saati geçmesin hem de nispeten güvenilir bi firma olsun falan. İmkansız ulan. Bütün Doğu Karadeniz illerine giden firmaları dolaşıyorum.
Yalnız Türkiye’de özellikle yerel otobüs firmalarının adları çok garip lan. Bir ay düşünsen bulamazsın ama adam çat diye gidiyor mesela Şampiyon Hersekli diye firma kuruyor. Sanırsın İyonya Krallığı’nda atlı araba işletiyor. Birileri de ‘oo Şampiyon Hersekli’ diyip gidip bilet alıyor. Akıl alır gibi değil. Kimi işletmeci daha çakal. Yeşil Gümüşhane, Yeşil Artvin Ekspres gibi subliminali bol isimler koyuyor. Yolcu olarak üzerimizde ‘hmm yeşil, hmm rahat, güven oh yes beybi’ izlenimi doğuruyor. Bir de ekspres üstelik. Hem rahat bi yolculuk hem de hızlı. Bir otobüs yolcusu daha ne ister ki lan? İşte bunlar hep pazarlama taktikleriydi. Ya da benim beynim hepten sulanmıştı. Hücrelerim oksijen yerine sadece AŞTİ’de yaşayan canlıların sentezleyebildiği bir tür tozla varlıklarını sürdürüyorlardı. Bir an önce ne yapıp edip bu bataklıktan kurtulmam gerektiğini biliyordum. Baktım ne Artvinlilere ne Hopalılarla anlaşabiliyorum geri gittim Lüks Karadeniz’e. Dedim, “Hacı abi, sen bana yaz şu bileti de ben gideyim. Bak nakit var, karttan da çektirmeyecem”. Bu nakit lafı hizmet sektöründe harbi harbi bayağı kapı açıyor lan, onu farkettim. Bana yok mok diyen o ters amca gitti; yerine gözlerinde dolar işareti beliren bir adam geldi. İki dakikada halletti. Ben de nereden baksan kırk dakikadır maruz kaldığım AŞTİ’den kaçıp bir an evvel eve gittim.
Aradan üç hafta geçti ve ben bu süre zarfında gezeceğim yerlerde ne yapacağıma, şehirler arası nasıl seyahat edeceğime, nerelerde kalıp hangi dağlara tırmanacağıma dair kapsamlı bir plan yaptım. Gün geldi çattı ve stajın son günü TAI’ye 60lt’lik sırt çantamla gittim. Artık o kadar bunalmıştım ki Ankara’dan, dersten ve bilgisayar ekranından, iş çıkışı 100.Yıl’daki eve dönmeye bile tahammülüm kalmamıştı. Son mesai bittikten sonra servisle dönerken Tandoğan’da indim. Tam otuz yıllık ayrılıktan sonra biricik yarine koşan bir sevgili gibi AŞTİ’ye koşmaya başlamıştım ki arkadan gelen o kalın sesle irkildim. Amcanın biri “Oğlum mal mısın yolun ortasında koşuyorsun? Binsene metroya” diyordu. Ben de kendisine kesinlikle hak verdim ve 2 binişlik EGO kartımı alarak Ankaray’a bindim. Adamlar yapmıştı aga. Büyük kolaylıktı cidden. Tisikkirlir İ. Milih the sipirmen.
Yine AŞTİ’deydim (Geldi yine tipini sktimin). Neyse bagajı verdim aşağıya, taa yirmi gün önceden ayırttığım orta kapı önü, cam kenarı 20 numaralı koltuğa çıktım. Benim için otobüsün en kral koltuğu orasıdır gerçekten. Nitekim başka bir teyze de bu yönde düşünüyordu. Tek sorun, bunu aynı saatte kalkacak aynı otobüs için düşünmemizdi. Hem de o teyzenin bir çocuğu vardı. Firma beni adamdan saymamış olacak, teyzeye de satmıştı koltuğu. Ulan bileti kesen amca! Ama ben vazgeçemezdim. Başladım ‘Ya sizin de bu yaptığınız insanlığa sığar mı, yok işte ne biçim firmasınız, allah kahretsin böyle işletmeciliği’ minvalinde ağzıma ne geldiyse saydırdım. Hayır, ben ki genelde bu durumları daha sakin veya olağan (Türkiye’de yaşıyoruz sonuçta, pek beklentim yok ülkeden) karşılarım; gezinin aşkıyla nası gaza geldiysem coştum da coştum. Allah kahretsine kadar daha mahçup bir hale bürünen muavin amca da birden parladı. Ee, ne de olsa adamlar Karadenizli. ‘Ya’ dedi ‘ne bela okuyosun, hiç yakışıyor mu? Tamam bulacaz bi çözüm.’ Gerçekten Türkler olarak hem suçlu hem güçlü konumunu elde etmede üstümüze yok. Bu nasıl bir psikolojik nedene dayanıyor çok merak ediyorum doğrusu.
Neyse işte muavin amca onu kaldırdı, bunu indirdi. Arkadaki erkek yolcuyu muavin koltuğuna oturttu, öndeki çocukları bagaja attı derken bana en önde yer açıldı. Ben de kısa yol olmazsa siddin sene binmem öne, güvenemem. Evet, antenim biraz. Ülkede bir ton trafik kazası oluyor ulan. Bir gezi yapacaz diye canıma da susamadım yani. Hakkım değil mi, dedim bana ortadan yer ayarla; yoksa patrona şikayet ediyorum. Çok açıkça itiraf etmeliyim ki bu kadar çabasından sonra herife böyle bir çıkış yapınca bana direkt Dankek meyveli keki uzatıp; “Al, müdür bu, buna konuş” demesini beklerdim ama adam bir an yıkıldı ve yeniden matrix hesaplarına girip on dakika sonra bana ortada başka bir yer buldu. İstediğim yer değildi. Savaşı teyzeye karşı kaybetmiştim ama onun çocuk üstünlüğü vardı. Yerinden bile kıpırdamadı. Bense yeni yerime ‘Neyse hadi bu seferlik böyle olsun ama bir daha sizle hayatta seyahat etmeyecem tımım mı!!11!’ tripleriyle oturdum.
İçten içe hala ‘Ulan bu herifler molada tuvalete giderken beni sıkıştırıp döverlerse ya da Hopa’da mola verdiğimizde uşaklarıyla beraber bana dalarlarsa ne bok yiyecem; değer miydi bi koltuk için’ şeklinde sorularla boğuşsam da o an power tuşuna basmış olduğum koltuk arkası ekranında zayıf bir sinyalle Çok Güzel Hareketler Bunlar’ı görünce hemen unuttum. Zaten sonra muavin amca bana iki dankek verdi, affettim de. Ve böylece yolculuğum başlamış oldu.
Ulan ne AŞTİ’ymiş arkadaş. Yılların sancısını döktüm yeminle. Dört küsür sayfa yazı yazdık daha Türkiye’yi bırak Ankara’dan çıkamadım lan. Neyse, Hopa’dan sonrası da bir dahaki yazının konusu olsun.
Ciao,
Ekin
4 Comments