Gürcistan’a Giderken Oldum da bir Dumur

Şoför Emrah Dayı (temsili)

Hatırlarsanız son yazıyı bitirdiğimde hala AŞTİ’de otobüsteydim. Biri meyveli biri çikolatalı dankeklerimle ve sınırsız sallama doğuş çaylarımla beraber gece yolculuğuna hazırdım.  Hareket halindeki hiçbir araçta uyuyamadığımdan geceyi atlatmak için önümdeki dandik TV ekranı yanı sıra son üç haftadır bilerek okumadan biriktirdiğim Uykusuzlar ve Penguen’lere güveniyordum. Yolculuğun ilk saatinde gün ışığından faydalanarak dergileri okumaya çalışsam da Kırıkkale’ye vardığımızda artık hava iyice kararmıştı. Dolayısıyla ben de sabah 4-5 sularında uykusuzluktan dolayı sızana kadar önümdeki ekranla idare etmeliydim. Ne kadar şanslıydım ki 2011’de gerçekleşen Artvin-Hopa Altın Dayı Film Festivali’nde ödüle boğulan Kutsal Damacana-2 ve yine aynı festivalde en iyi senaryo dalında yeşil halının tozunu süpüren Kurtlar Vadisi Filistin filmleri Lüks Karadeniz otobüsü aymeksinde gösterime girmişti. Bir de sanırım gecenin ilerleyen saatlerinde yarı baygın koltukta can çekişirken Cehennem Melekleri’nin saçma sapan dublajlı bi versiyonuna denk geldim. Saçma diyorum çünkü bence gerçekte Silvestır Sıtalone abimiz kolu bacağı yara bere içinde, elinde nerdeyse uçaksavar büyüklüğünde bir silah olan, kaslı maslı allahın İsveçlisine “Hey sen kocaman bir ahmaksın” diyecek şuursuz ve samiyetsiz birine benzemiyordu. Zaten sonrasında sızmışım.

Yanımdaki dayının uyuduğu esnada istemsizce fakat büyük bir şevkle genzine çektiği sümük sesiyle hayata geri döndüm. Bunca yıllık makine mühendisliği öğrencisiyim, böyle hidrolik pompa görmedim. Rispekt yov. Sesten korkan nöronlarımın beynime ilettiği o sinyaller uyanmama yetmişti. İnsanoğlu olarak şempanzelerle ortak bir atadan geldiğimiz biliniyor ama ben şahsen o amcanın mamutgillerden geldiğini düşünüyorum. Mahmutgillerden de geliyor olabilir gerçi. Gri pos bıyıkları, vakfıkebir dolgunluğundaki yanakları ve doğal fes halini almış sırma saçlarıyla dayı tam bir Mahmut’tu çünkü.

Sabah olmuştu bile. Gözlerim henüz kapalı olsa da camdan içeri dolan ışığı sezinliyordum. Bu ışık eğer kavşağın solundan gelen başka bir otobüse ait değildiyse nihayet Karadeniz solumuzda olmalıydı. Toplamda uyuyabildiğim 2-3 saat eder miydi bilmiyorum ama 15 dakika şarj edilmiş nokia telefonu gibi vücudum yalandan da olsa 4 çentik şarj gösteriyordu. Gözlerimi açtığımda ise muavin koridorda fanta şişesini sıvazlıyord.. Yok lan bu o hikaye değil. Hatta lütfen diğer hiçbir hikayede de olmasın. Evlerden ırak. Tövbe tövbe. Ben gözlerimi açtığımda muavin yine çay servisi yapıyordu. Yolculuğa başlayalı neredeyse 13 saat geçmiş, belki Kazakistan’dan fırlatılan bir roket, uzay istasyonuna erzak götürmüş; amca bu süre zarfında hala plastik bardaklara çay koyuyor, ben de hala bilincim kapalı olduğundan onu mal mal izliyordum. Tam içinde bulunduğumuz evrendeki varlığımı ve işlevimi sorguladığım nadir anlardan biriydi ki aporlörlerden Rize terminale yaklaştığımız anonsu ile irkilip kendime geldim. Bi 15dk ihtiyaç molasından sonra ise Türkiye sınırları dahilinde duracağımız son durağa, Hopa’ya yol aldık.

Buraya bir not düşmek isterim ki Karadeniz’in gerçekten de inanılmaz vahşi bir yeşili var. Hani renk skalasına koysak ondan daha fazla yeşilini bulamayız, o derece. Ağacının yaprağının klorifiline kurban. Dipdiri bir yeşil! Baka baka deli çıkarsın yahu. Siz diyin yeşillerin Keyt Aptın’ı, ben diyim Çarliz Teron’u. Yalnız farkettiniz dimi ne yeşil sapığı çıktığımı. İçimde Karadeniz yeşiline karşı gizli bi meyillenme varmış meğersem. Tıpkı Burcu Esmersoy’un canlı yayında beğendiği kadınları ifade etmeye çalışırken ağzının suyu aka aka “Ben Çağla Şikel gibi kadın beğeniyorum yani at gibi. Upuzun bacaklı, dipdiri memeli..” demesi gibi oldu benim de Karadeniz yeşiline olan beğenim. Yerim onu. Burcu’yu değil lan, yeşili. Manyak. Mecaz da mı yapmayalım? Sayın okur aklın çok farklı yerlerde olduğundan ben bu yeşil hadisesini sonlandırıyorum. Öyle sanıyorum ki sen Karadeniz yeşilinin güzelliğini ve eşsizliğini kavradın.

Ben bunları anlata durayım otobüs Sarp sınır kapısını geçti. O zamanlar Gürcistan, sınırın kendi tarafına fantastik lüzumsuz bi kule ve salon mu ne inşaa ediyordu. Aklımda kalmış öyle işte, neyse. Yolda bir tek topu topu 4-5 tane yerel firma yazıhanesinin olduğu, dolmuş durağından hallice bi otogarı olan Hopa’da gereksiz uzunlukta, yaklaşık kırk dakikalık bir mola vermiştik. Orda da can sıkıntısından gittim, sigarasını tüttürüp çayını içerken uzaktan otobüsünü seyreden şoför dayıyla biraz sohbet etmiştim. Adı Emrah’tı. Konuşurken ses tellerinden ziyade daha çok bronşçuk ve alveollerini kullanmasından ötürü azılı bir paket bitiricisi olduğu apaçık belliydi. Hatta sesi aynı şöyleydi:

Zaten sigarayı öyle derin içiyordu ki küllerinin parlaması ve anında pıtır pıtır yere düşmesi adeta uzay roketinin havalanırken arka modüllerinden sırayla kurtulmasına benziyordu. Hatta iddialıyım ki amcanın ciğer tomografisini çeksek siyahı basacak kartuşu tek seferde bulamayabiliriz. Kendisini oksijen olmayan gezegenlere keşfe gönderse aslında NASA çok güzel veriler toplayabilir. Adam çünkü oksijenden ziyade katranla nikotinle hücrelerini terbiye etmiş nadide bir abimiz. Fakat, NASA için tek sorun amcanın aynı zamanda azılı bir çay tüketicisi olması. Eğer gezegende yeteri miktarda demlik su bulamazlarsa amcanın bu görevi üstleneceğini sanmıyorum. Ha bir de ben bu cümleleri yazana kadar abimiz altı sigarayı çoktan özümsedi bile. Ulan Emrah amca, yazının bile bir paragrafını sömürdün!

Nerede kalmıştım? Hah, Sarp sınır kapısı. Gerçi sınırdaki kalabalık yüzünden pasaport kontrol işlemleri her ne kadar oldukça eziyet olduysa da artık bunların hiçbiri önemli değildi. Neyse ki bu çileli yolculuğun sonuna geliyorduk ve nihayet Gürcistan topraklarındaydık. Batum’a sadece yarım saatlik mesafemiz kalmıştı ve.. Son bir kaç cümlede her şey bi anda çok güzel gidince siz de kıllanmadınız mı? Bence de kesin bir şüpheye düştünüz. Sınırı üç km geçtikten sonra otobüs yolda kaldı ulan. Bayağı bok gibi kaldık öyle. Güç bela şoför dayı otobüsü kenarda terkedilmiş, hafriyat alanı olarak kullanılan eski bir petrol istasyonuna çekti de benim esas Gürcistan maceram başlamış oldu.

Baktık yapacak bi şey yok, herkes dışarı çıktı. Herkes dediğim de on beş kişi var yok. Ankara’dan binenlerin çoğu Hopa’da inmiş, yeni gelenler ise otobüsü Hopa-Batum arası dolmuş olarak kullanan Gürcülerdi. Muavin bile değişmişti; benim DoğuşÇay Man gitmiş, yerine yapılı Gürcü bir abla gelmişti. Bir anda otobüste azınlığa düşmüştüm. Azgınlığa değil, azınlığa. Kafanda yine neler kuruyorsun sayın okur? İstirham ederim. Başta bu sorunu pek umursamadım. Otobüsün içinde tıkılı kalmaktan o kadar sıkılmışım ki ilk yarım saatlik beklemeyi ben de destekledim. Fakat araya daha sonra bazı marjinal yolc.. Yok arkadaş ben bu gidişle yazıyı kesin çok farklı bi yerlere bağlayacam ya hayırlısı. Yolcular olarak dışarıda öyle mal gibi bekledik. Şoförle beraber bir iki kişinin daha telaşlı koşturmacaları vardı ama anlamıyordum. Soracağım kimse de yoktu, etrafımda herkes Gürcüce konuşuyor. Bazı teyzeler bana laf atıyor, ben de yola çıkmadan çıktısını aldığım Temel Gürcüce notlarıma bakarak “Ehe, ara kartuli” şeklinde “No Gürcüce”ye karşılık geldiğini düşündüğüm abuk bir cevap veriyordum.

Ama bu iş böyle gitmezdi. Tamam, temiz hava almak beni biraz kendime getirmişti ama saat öğlen 12’yi geçiyor ve bu arıza neden kaynaklanıyorsa artık benim o günlük Batum planımdan yiyordu. Bir yandan da otobüsün yanında bir hareketlenmeler vardı. Şoför, cidden allahın sktir ettiği bir hafriyat alanına nereden bulduğunu hayal dahi edemediğim, kasasında bidonlar olan bir motosikletle apansız çıkagelmişti. Adamın gelişi süper kahraman gelişi gibiydi lan, aklımdan çıkmıyor. Paranormal Emravity diye film çeksek sağdan soldan anlık motoruyla çıkan Emrah dayı başrolde olurdu, o kadar. Tabii bidonların gelişinden her ne kadar yaşadığımız teknik arızanın nedenini az çok kestirsem de gönlüm gerçekten de bunun doğru çıkmasına el vermiyordu.

Şoför geri geldikten sonra birden otobüsün arka ve yan kapakları açıldı. Erkeklerin hepsi anında olay mahaline toplanmıştı. Hani şu hiç kimsenin ortalıkta ne olup bittiğinden zerre bi bok anlamadığı ama yine de herkesin bol keseden öğütler saçtığı sürreal ortamlardan biri. Hem de konuşulan her şey Gürcüce! Dolayısıyla ben ortamda hepten CERN’e gözlemci olmaya kadar gerileyen Türkiye gibi olmuştum. Bu arada CERN’e de gözlemci olmak ne saçma bi statüdür arkadaş. Tam bizim işimiz. Hiçbir şey yapmayacaksın; iş yapan elin adamına da “Aferim koçum. Ehe. Yalnız bak bu parçacığı da şuraya koysan olurdu bence ama sen bilirsin yani hacut..” diyeceksin. Benim gözlemcilikten anladığım okey masasında yancılık gibi bi şeydir, kimse kusura bakmasın. Şimdi bilmiş birileri çıkıp bana diyecek ki “E Amerika, Japonya, Rusya, İsrail de gözlemci, onlara niye laf etmiyosun?” diye. Allasen sayın okur, konumuz CERN mi yav? Ben diyorum otobüs yolda kaldı, perişanız; sen konunun seviyesini yükseltmeye uğraşıyorsun. Hem ayrıca kim bilir o ülkelerin kendi CERN’i bile vardır lan. Adamlar sırf diğerleri de ne yapıyormuş diye, eksik kalmamak için oradalar. Bizim gibi “Olm dün gece hiç çalışmadık ki? Dur şu ineğin sırasına yakın oturayım da iki üç şey kaparım” diyen ülkelerden değiller sonuçta.

Neyse işte, ortamda böyle bir belirsizlik devam ededursun, ben de olan biteni anlamaya and içtim. Çünkü başka yapacak hiçbir işim yoktu. Ben bu oyunu bozardım!

Şoförün motosikletle getirdiği bidonu eline alan bir elemanın ortamdaki uzun boylulardan birinin omzuna diğer etraftakiler yardımıyla çıkarılmasının ardından ise acı gerçeği sonunda kavramış oldum. Yakıt bitmişti! Otobüsün yakıtı nasıl biterdi ulan? Tarlada davar mı güdüyorsunuz arkadaş diye ister istemez aniden sinirlendim. Emrah şoför zaten canından bezmiş, şöyle bi yan gözle baktı bana. Aha dedim herif burda tüm hıncını benden çıkaracak şimdi. Ama adam kızamadı bile inan. Gözlerinden okunan ruh hali resmen bıkkınlıktı. Önce, otobüsün sol arka bagajı üstünde bulunan yakıt kapağına erişmek için insan kulesi yapan erkeklere baktı bunlar adam mı diye. Sonra da kapağa ulaşmaya çalışırken yakıtın yarısını yere döken omuzlardaki o vatandaşın elindeki hortuma ve bidona baktı biz ne skim iş yapıyoruz böyle diye. Geldi yanıma. “Biliyon mu?” dedi. “Noldu abi?” diyebildim. Sayın okur afedersin ama amcanın söylediğini aktarmak durumundayım: “Bu babalarının donuna eşşek s*** girmişlerin oğulları her defasında bunu yapıyor!”. Hadi şimdi yaşadığımız olayın vehametini geçtim de.. O nasıl bir küfürdü lan? Tövbe bismirraf. Bunca yıllık OSTİM organize sanayi müşterilerindenim, ben böyle zincirleme küfür tamlaması duymadım. O kadar agresif bi küfürdü ki çakralarım açılmıştı. İrkildim. Kendime gelince de “Abi kim naptı? Biri yakıt mı çalıyor araçtan?” diye sorabildim. “Yok ulan” dedi. “Bu Hopa yazıhanedekiler na Batum’da ucuz diye her defasında yakıtın fazlasını depodan çekiyolar. Anca bi kaç kilometre gidecek yakıt bırakıyolar. Kaç kere söyledim *bnelerin evlatlarına aha en az şu kadar pay bırakın diye. Cimri itoğluitler. Yine gitmişler çizginin altına kadar çekmişler. Arıyorum arıyorum açmıyorlar da. Şimdi aracın yakıt pompası dipte kalan yakıtı ememiyor! Ondan kaldık aha burda!” dedi. Amcanın çaresizliği yanında ağzımı açamadım gerçekten. Meğersem Hopa’daki kırk dakikalık anlamsız molamızın anlamı buymuş. Ama bu nasıl bir kafanın ürünüdür arkadaş ya? Aklım almıyor. Bunu gerçi sen ben akıl edemeyiz zaten sayın okur. Bu mini çakallıktan öte bir hastalık artık. Bunu düşünen daha neleri düşünemez? In Laz we truzt. Amen.

Kendi derdimi, gezimi bıraktım; amcanın düştüğü hale üzülürken yakıt deposunun başındaki elemanlardan biri çok geçmeden beni gerçek dünyaya çekmeyi başardı. Hortumu depo kapağına tam yetiştiremediklerinden etrafın paso motorine bulandığı bu ortamda “Light it up like there is no tomorrow” sloganını hayat felsefesi yapmış bir abi çaktı kibritini, sigarasını yaktı. Orantısız dram, trajikomedi ve absürdlüğe maruz kaldığım bu 15 saatin sonunda dayanamayıp karşımdakinin Gürcü mü Türk mü olduğuna bakmadan iki elim henüz taze ofsayta düşmüş Burak Yılmaz gibi havada “Kardeş napıyosun, öldürcen mi bizi?” diye çıkıştım. Tabii normal olarak soruyu yönelttiğim eleman Gürcü çıktığından hiçbir şey anlamadı. Yanımda konuşunca Türk olduğunu anladığım başka bir abinin de beni “Motorin yeğen bu, alev almaz. Korkma” şeklinde avutması ise kendisine günün Yaprak Dökümü Ali Rıza Bey Metanet Mansiyon ödülünü kazandırmaya çoktan yetmişti. Tamam ulen dizelin molekül zincirleri uzun olduğundan alev almaz ama sen de gid.. Ya ben kime ne anlatıyorum allahaşkına biri beni kurtarsın şu saçmasapan yerden, nolur artık lan! Etraftakiler bu acı yakarışımı duymuş olacak, “E yoldan geçen bi marshrutka’ya (dolmuş) atlasana; bekleme burda boşuna” dediler. “Yahu sen niye bekliyorsun o zaman, manyakoğlu manyak? Otobüsün son durağı zaten Batum, sen niye binmiyorsun?” diye tam mantık kasacaktım ki pes ettim. Dedim o zaman bi sonraki Batum’dan geçen marshrutka’ya el edin de ben gidivereyim. El ettiler, çantamı da alıp bindim. Verdim 1 Lari’mi (o zamanlar 1 lari 1 liraya aşağı yukarı eşdeğerdi); yirmi dakika sonra Batum’daydım. Boş yere ne çile çekmişiz arkadaş!

Eh artık Gürcistan’ı anlatmak yine bir sonraki yazıya kaldı. Söz gelecek sefer anlatacağım.

Ciao,

Ekin

2 Comments

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s