Sayın okur biliyosun, hepimizin bazı takıntıları var. Günden güne abarttığımız, abarttıkça da içten içe saçma bi zevk ve saplantı haline dönüşen takıntılar. Hah işte, benim için bunlar temizlik ve titizlik.
Kabul, henüz tam bir ruh hastası değilim. Evde priz kapaklarını söküp içini temizlemişliğim, kapı kilit boşluklarına kulak pamuğu sokmuşluğum yok. Ama umumi tuvaletlerde kazara etrafa değersem 1 canını yitirmiş Mario gibi hissederim. Evde banyo temizliğine giriştiğimde o fayansa şlaps domestos, bu lavaboya corf cif döktükten sonra süngerimi alır, bir dj edasıyla, kurumuş ve inatçı lekelerin üzerinden vıcı vıcı yaparak adeta tuvalini neşeyle boyaya.. Şaka lan şaka, o kadar da değil. Ama yine de domestos çok süper bişi değil mi ya? Canıms. Ulan şaka maka yoksa ruh hastası mıyım acaba? Bilemedim.
Hal böyle olunca soruyolar: Onlarca ülkeyi bu takıntıyla nası geziyosun? Gezilerde beklentileri düşürüp kısa bi süre temizlik sevdamdan arınır, mikroplara kucak açarım. Ama bazen öyle anlar gelir ki boynumu büküp uzaklara dalar, ‘sebebi neydi ki?’ felsefesini sorgularım.

2011 yazı. Yer Zugdidi, Gürcistan. Allaan sittirettiği bi yer. Öncesinde, bazılarının şu yazıdan bildiği üzere epey maceralı bir otobüs yolculuğuyla Batum’a geçmiştim. Esas amacım, kuzeybatı Rusya sınırındaki dağlarda tırmanış yapmak için Mestia kasabasına gitmek. Sabah otogara gidip Mestia dolmuşunu (marşrutka) sordum. Ne Türkçe ne İngilizce bilen var. Çaresizce dolanırken çat pat ingilizce konuşan biri bana Mestia’nın Batum’dan 7-8 saat sürdüğünü, direkt araç olmadığını, önce 2 saat uzaklıktaki Zugdidi’ye gidip oradan başka dolmuş bulmam gerektiğini söyledi. Ben de atladım Zugdidi marşrutkasına.

Yolda ben ve çocuklu iki kadın haricinde şoför dahil herkesin evden bozma bi meyhanede votka molası vermesi yüzünden 2 saatlik yolu 5 saatte gidebildik. Sol tarafı nehire uçurum olan, virajı bol ve asfaltsız bi yoldu. Sağ salim vardığıma şükrederken saat 1 olmuştu bile. Daha çok zaman kaybetmemek için karşıma çıkanlara ‘Mestia marşrutka’ diye sorarak yürüdüm. Yarım saate dolmuş diye gittiğim yer saçmasapan bi sokağın kenarında bi büfeydi. Büfeciyle nası anlaşacaz diye düşünürken afalladığımı anlamış olacak ki eliyle ‘bekle şöyle’ işareti yaptı. Büfeden bi Bifa alıp pisküvimi kemirerek beklemeye başladım.
Minibüs 1 saat sonra geldi. Dedim demek bizim otobüslerin E5 Kartal köprüsünden yolcu alması gibi beni de alıp devam edecek. Tam kapıya yöneldim ki içerdeki herkes indi, dolmuş boşaldı. Ayaküstü çok temiz göt olmuştum. Hayallerde Mestia dağları, gerçeklerde ise piskevit vardı. Şoförün yanında ben yaşlarda, oğlu olduğu belli olan genç belki biraz ingilizce biliyodur diye sordum: “What time go Mestia?”. “People come we go” diyerek tam bi thug life çekti, babasıyla büfenin arkasına gittiler. Koştum arkadan yine sordum. Adam 3 saat sonra dedi. Günümün boşa gitmesine sinirlenmiştim ama elden bi şey gelmiyordu. Yağmur da atıştırdığı için girdim minibüse, başladım mal gibi beklemeye.

Bi tane dedeyle nine bindi yarım saat sonra. Üzerine koltuk değnekli bi abi. 15dk geçmedi iki çocuklu, hamile bi teyze geldi. Üstüne bi de savaş gazisi binse jackpotu vuracam, şehrin anahtarını verecekler. Bu sırada içerde beklemekten sıkılan çocuklar başladılar bağırıp çağırmaya. Cıyak cıyak hımına koydular sokağın. Sinirlerim hopluyordu. Elimde tesbih olsa sabır çekecem, o derece. Güya seyahate, iç huzurumu bulmaya yola çıktım; üçüncü günden sinir hastası oldum, gözüm seyiriyordu.
Başka gelen giden olmadı. Saat 6ya geliyordu. ‘Bitsin bu çile’ diye söylenirken baba, oğul ve kutsal ruh geri geldiler. Yok lan, o başka hikayedeydi. Adam gelip bi şeyler dedi, herkes indi arabadan. İyi niyetimi korumaya çalışsam da tuhaf şeyler oluyordu. Çocuklu teyze hariç diğerleri pat diye kayboldular ortalıktan. Geldiler üç saat oturdular, sonra bi şey olmamış gibi tek laf demeden döndüler. Şaka gibi. Teyze biraz çıngar çıkardıysa da üstelemedi. Zırıldayan çocuğunu yolda sürükleyerek gözden kayboldu.
Noluyor anlamadığımdan içeride beklemiştim. Genç geldi ve “No go” diyerek eliyle aşağı in işareti yaptı. “Nası ulan no go? Förstofol, put that hand down. I wait 4 hours” dedim. Dememiş de olabilirim, emin değilim. Gezginlerin her dediğine inanmayın zaten, feci sıkıyolar. “No ten people no go” dedi zübük. Bak sen zübüğe ya. İngilizceye çaktırmadan ‘dolmadan kalkmaz’ı kazandırdı. Bundan cacık olmaz diye babaya döndüm. Bi sigara yakmış, uzaklara ‘çok da fikimdeydi’ şeklinde dalmıştı. Baktım oğul daha yetkili bi abiye benziyor, ellerimi açıp “No hotel, what I do?” dedim. Hakikaten öyle sikko bi yerdeyim ki hiçbir şey yok. Akşam olmuş, gidip etrafta yürüyerek pansiyon arayacam. Genç, yakarışıma hak verip babasına döndü, bi şeyler sordu. Adam birkaç saniye konuşmadı. Sigaradan bi fırt çekip mancınık haline getirdiği parmağıyla izmariti fırlattı, ayağa kalktı.

Omzuma elini atarak ‘gel şöyle’ gibisinden kafasıyla sokağı gösterdi. ‘Aha sçtık’ bakışıyla takibe başladım.
O önde ben arkada sokağın içerilerine doğru on dk sessizce yürüdük. Sağda solda derme çatma evlerin içinden millet bizi izliyordu. Ortam böbrek.avi film seti gibiydi. ‘Ulan bile bile kendimi insan kaçakçılarının eline verdim, bravo’ diyordum. Üzerinde etler olan bi sokak kasabının ahşap tezgahı önünde durduk. Adam içeriye ‘Eteri’ diye seslendi, elinde kasap bıçağı olan iri bi Kafkas kadını çıktı. Baktım tüm koşullar sağlandı, ablaya sordum: Böbreği buraya mı bırakıyoruz yoksa paket mi olsun? Anlamadı. İsmin bile Eter lan, neyi anlamadın allahsız? Bu kadar göstererek organ mafyası mı olunur? Diyemedim.
Bi şeyler konuştular. Adamın söylediklerini kadın başıyla onaylıyordu. Her şey kontrolü altındaydı. Resmen koyun gibi başkasına verilmiştim.

Adam koluma pat pat dokunup selamatle işareti yaptı. Dedim senin bulacağın pansiyonu skeyim, bıraktın beni kasaba. Şaka şaka, tişikkirlir iibi diyebildim. Eteri bana ‘burda bekle’ işareti yaptıktan birkaç dk sonra içerden ellerini bezle silerek çıktı. İkinci takip başlıyordu.
On dk daha yürüdükten sonra ahşap bi eve geldik. Kadının kapıyı açmasıyla beraber yüzümüze kasvet vurdu. ‘Napıyorum olm burda?’ diyordum ama büyülenmiş gibi takibe devam ettim. Geçtiğimiz oda alacakaranlıktı. Tam başka bi odaya geçecez, eşikte simsiyah bir kedi kımıldamadan sessizce bakıyor. Tek gözü yok. Yeminle, o kadar Arap Baharı’nın kaosunda, Orta Doğu’nun tekin olmayan sokaklarında kaldım; şu evde gerildiğim kadar hiçbir yerde gerilmemiştim. ‘Bi anda koşup kaçsam mı acaba? diye içimden geçirmeye bile başlamıştım ki evin diğer kısmına geçtik. Tuğlası örülüp bırakılmış ek bir yapı. Feci rutubet kokuyor. İkinci kata çıktık, bana ‘seve seve’ kalacağım ahşap parkeli odayı gösterdi. Seyahate 21.yy’da çıkmış olsam da kendimi resmen zaman makinasında 17.yy’a gitmiş hissediyordum. Karşımda yatak yerine paslanmış metal başlıklı, oturduğunda gırç gırç eden bi karyola vardı. ‘En azından pankreas hala bende ehe ehe’ diye kendimi avutarak ok dedim. Sanki o saatten sonra başka seçeneğim varmış gibi..
Etrafta göremeyince sordum: “Banyo tuvalet?”

Ellerini ve kaşlarını kaldırarak banyo yok demeye getirdi. ‘Bence de çok gereksiz bi ayrıntı zaten, eyvallah pampa’ dedim. Hepten ko’gtüne modundaydım. Tuvalet için aşağı indik. Nemden çürümüş ahşap bi kapıyı açtı ve.. Oğmondiyöğ! Tövbeler tövbesi. İşte yazının başında dediğim o sahne! Bi klozet düşünün ki yıllardır sifonu çekilmemiş. Daha doğrusu, o bok evrenin başından beri zaten oradaymış da hani klozet sonradan üstüne konmuş gibi. Tifo, kolera, aids, hiv, verem.. ne ararsan var. ‘Ulan allahsız, bu mu tuvalet dediğin? Dağa çıkıp çalı çırpıya ederim daha iyi be vicdansız’ bakışımı anlamış olacak ‘Don’t worry man, I got dis şit!’ minvalinde yine konuya olan hakimiyetini konuşturdu. Koca bi leğen su getirdi ve forş diye s.. daha fazla yazamayacağım galiba.
Resmen insanlık dramı yaşandı orada. Kadınsa suyun gücüne inanmıştı ama keşke biraz da çamaşır suyunun gücüne inansaydı. Tuvaletteki tüm pisliği A’dan B noktasına su ile ‘kaktırarak’ temizlik kavramında yeni bir çığır açmıştı. ‘Buyur, kullanabilirsin artık; pırıl pırıl oldu’ adlı eserini eliyle gösterirken uzaklarda bir yerlerde Domestos çalışanları acı çekiyordu, hissediyordum. Sözün bittiği yerdeydik..
Ben buraya hayatta adımımı atmam dedim. İçimden tabii. Ablaya desem beni de leğendeki suyla sokağa dökebilirdi. Daha fazla kasmayıp günlük kirayı verdim. Anahtarı bırakarak gitti. Gün içinde yediğim tek şey bi pisküvi olduğundan çıkıp en azından karnımı doyurmaya karar verdim.
İki saat olmadı, acilen eve dönmek zorunda kaldım. Lokantanın birinde yediklerim mahvetmişti. Gtüm gtüm geri geldim. Zaten başımıza ne geliyorsa büyük konuşmaktan geliyor arkadaş. Zor attım kendimi eve. İçeri girdim, kedinin tek gözü yine bende. Ya dedim kedi, zaten ortalık karışık, bi de senin geriliminle uğraşamam. Ayağımla kenara itip tuvaletin kapısını açtım. Önce bi klozet kapağına baktım oturulur mu diye sonra yukarı baktım allaam niye? O kapağa asla oturulmazdı. Aklıma son çare olarak yanıma aldığım selpak paketleri geldi. Yolculuğa çıkmadan babamın nasihatıyla çantaya bir sürü selpak ve kolonyalı mendil zulalamıştım. Zaten ıslak mendilsiz bir Türk IKEA’sız İsveçliye benzer, biliyonuz. Bi yandan da söyleniyodum: Fatih’in İstanbul’u fethettiği yaştayım; uğraştığım işlere, düştüğüm durumlara bak!
Selpakları kapağın üzerine yerleştirmem bittiğinde geri çekilip baktım. Oturağa peçete sermek ile yuva kurmak arasındaki ince çizgiyi aştığım aşikardı. Ortaya çıkan eser basbayağı Pamukkale maketiydi. Güzel sanatlarda bitirme projesi diye sunarsın hani. Kendimi geçtim, Suudi kralına veya II. Elizabet’e falan sunsak onlar da içtenlikle kullanırlardı. Bu zorlu görevi de atlatabildiğim için yukarı çıkıp yatağa uzandım. Kedi yine tek gözüyle karşımdaydı. Sana da iyi geceler keranacı diyip kafayı o rutubet kokmuş yastığa gömdüm. Çarşaftaki yapışkanlıklar da hiç umrumda değildi; zira böbreğim hala bendeydi. Mutluydum..
Ciao,
Ekin
4 Comments